UBA "ilk hücreleri üretmek için izlenmiş olabilecek bilinen birçok yol" vardır iddiasındadır. Bu iddia kesinlikle yanlıştır...
Kuşkusuz, hayatın kökenini açıklama iddiasında olan evrim teorisinin cevaplaması gereken ilk soru: cansız bir evrende ilk yaşamın nasıl başladığı, cansız maddelerin, canlı varlıkları nasıl meydana getirdiği sorusudur. Ne var ki, evrim teorisinin 'en önemli delillerini' ortaya koymak için hazırlandığı öne sürülen Ulusal Bilimler Akademisi'nin Bilim ve Yaratılışçılık adlı kitapçığında, bu soruların cevapları bulunmamaktadır. Bunun yerine, UBA yazarlarının, evrim teorisini sorunsuz, şüpheye yer vermeyen, kesinlikle ispatlanmış bir teori gibi gösteren, evrimciler için 'toz pembe' bir tablo çizen varsayımları yer almaktadır. UBA yazarları, sanki evrim teorisinin en büyük çıkmazlarından biri, cansız maddelerin nasıl olup da tesadüfi kimyasal süreçler sonucunda canlı maddelere dönüştüğü konusu değilmiş gibi şöyle demektedirler:
Yaşamın başlangıcını araştıranlar için soru artık yaşamın biyolojik olmayan bileşimlerden kimyasal bir süreç sonucunda ortaya çıkıp çıkmadığı değil, bu sürecin olası pek çok yoldan hangisi ile ilk hücreleri oluşturduğudur. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 6)
UBA yazarları söz konusu 'kimyasal süreç olasılıkları'ndan ise şöyle söz etmektedirler:
Dünyanın yeni oluştuğu zamanki koşullara benzer ortamlarda yapılan deneylerde proteinlerin, DNA'nın ve RNA'nın yapıtaşı bazı kimyasal bileşikler oluşmuştur. Ayrıca, bu moleküllerden bazıları, uzaydan dünyaya düşen meteorlarda bulunmuş, ve radyoteleskoplarla uzayı inceleyen astronomlar tarafından da keşfedilmiştir. Bilimciler, yaşamın temel yapıtaşları olan bu moleküllerin Dünyanın ilk oluştuğu zamanlarda mevcut olduğu sonucuna varmışlardır. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 5)
UBA yazarlarının ve evrimcilerin iddiaları özetle şöyledir: Cansız dünyada var olan ve ilkel çorba olarak adlandırılan ortamda, canlılığın oluşması için gereken tüm maddeler vardı ve bu maddeler kimyasal süreçlerle tesadüfen biraraya gelerek hücreyi oluşturdular.
Her ne kadar UBA özellikle belirtmemiş olsa da, söz konusu iddiayı destekleyecek hiçbir delil bulunmamaktadır. Hatta deliller evrimcilerin iddialarını çürütecek niteliktedir. Ayrıca, konunun uzmanı olan evrimciler dahi, UBA yazarları kadar kesin ve emin bir üslup kullanmamakta, hayatın kökeni konusunun evrim teorisi için bir bilinmez olduğunu kabul etmektedirler. Sadece ilkel dünya atmosferinin organik bileşikleri parçalayacak olan oksijen gazına bol miktarda sahip olduğunun anlaşılması (yani kimya diliyle "indirgeyici" olmadığının belirlenmesi) bile, yaşamın kökeni ile ilgili "kimyasal evrim" teorilerini çıkmaza sokmuştur. Örneğin Biogenesis: Theories of Life's Origin adlı kitabın (1999) yazarı olan evrimci Noam Lahav şöyle der:
İndirgeyici (oksijen içermeyen) bir atmosfere ilişkin varsayıma karşı gelmekle, biyolojik açıdan önemli organik bileşenler açısından zengin "pre-biyotik çorbanın" varlığına da karşı çıkmış oluyoruz. Dahası şimdiye kadar pre-biyotik çorbanın varlığına ilişkin hiçbir jeokimyasal delil yayınlanmamıştır. Gerçekten de çok sayıda bilim adamı, var olsa bile, organik yapıtaşları toplamının, prebiyotik evrim için anlamlı olabilmesi için çok küçük olduğunu kaydederek, pre-biyotik çorba kavramına karşı çıkmaktadırlar. (Lahav, Noam, Biogenesis: Theories of Life's Origins, s. 138-139 (Oxford University Press, 1999).)
Yani:
1) Hem ilkel atmosferdeki yüksek oksijen, "yaşamın temel yapıtaşlarının" oluşmasına engeldir.
2) Hem de bunların oluştuğu varsayılsa bile, bu "yapıtaşlarının" kimyasal reaksiyonlarla ya da tesadüfle proteinleri, RNA veya DNA'yı oluşturması mümkün değildir. Çünkü proteinler, RNA veya DNA, son derece yoğun bir bilgi içermektedir ve bu bilginin rastgele oluşması istatistiksel olarak imkansızdır.
Dikkat edilirse UBA yazarları, her iki gerçeği göz ardı etmişler, özellikle de ikinci gerçeği, çok kendini ele veren bir üslupla savuşturmaya çalışmışlardır: "Yaşamın yapıtaşları" ifadesini duyan pek çok insan, "bu yapıtaşları olduğu durumda, demek ki yaşam da kendiliğinden doğabiliyor" diye düşünebilir. (UBA yazarları da bunu düşündürtmek istemişlerdir.) Oysa bu bir aldanış ve (UBA açısından) aldatmacadır; çünkü sözü edilen "yapıtaşları" amino asitler veya nükleik asitler gibi basit organik bileşiklerdir ve bunların proteinler, RNA ve DNA gibi kompleks yapılara dönüşmesi imkansızdır. Bir evin "yapıtaşları" olan tuğlaların varlığının, bunların rastgele biraraya gelip bir ev yapacakları anlamına gelmediği gibi.
UBA "ilk hücreleri üretmek için izlenmiş olabilecek bilinen birçok yol" vardır iddiasındadır. Bu iddia kesinlikle yanlıştır. Hiçbir bilim adamı ilk hücreyi cansız maddelerden üretebilecek herhangi bir yol bulmuş değildir. Hayatın kökeni hakkındaki araştırmaları olan Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose bu sorunu şöyle ifade etmiştir:
Yaşamın kökeni konusunda kimyasal ve moleküler evrim alanlarında otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitiyorlar ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanıyorlar. Yeni düşünce ve deneysel hareket tarzları denenmelidir... Bilim adamları arasında detaylı evrimsel aşamalara ilişkin oldukça büyük anlaşmazlıklar çıkmıştır. Problem prebiyotik (yaşam öncesi) moleküllerden progenotlara (en ilkel hücrelere) geçişi sağlayan temel evrimsel süreçlerin delillerle ispatlanmamış olmaları ve bu süreçlerin oluştuğu çevresel koşulların bilinmemesidir. Dahası, tüm canlı hücrelerin oluşumuna neden olan genetik bilginin nerede olduğunu, ilk kopyalanabilir polinükleotidlerin (çoklu nükleik asitler, ilk DNA) nasıl evrimleştiğini, ya da modern hücreler içerisindeki aşırı derece karmaşıklıktaki yapısal işlev ilişkilerinin nasıl oluştuğunu gerçekte bilmiyoruz... Öyle görünüyor ki bu alan artık bir açmaza, varsayımların deneyler ya da gözlemlerle temellendirilmiş olgular üzerinde baskın oldukları bir konuma ulaşmıştır. (Klaus Dose, 'The Origin Of Life: More Questions Than Answers', Interdisciplinary Science Reviews, cilt 13, no.4, 1988, s. 348)
Evrimci biyolog Andrew Scott da benzer bir itirafta bulunmakta ve şöyle demektedir:
Biraz madde alın, karıştırın, ısıtın ve bekleyin. Bu, hayatın kökeninin modern versiyonudur. Yerçekimi, elekromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler gibi 'temel' güçler gerisini halledecektir... Peki ama bu kolay hikayenin ne kadarı sağlam temellere oturmaktadır ve ne kadarı umuda dayalı spekülasyonlara bağlıdır? Gerçekte, ilk kimyasal maddelerden canlı hücrelere kadar giden aşamaların bütün mekanizmaları ya tartışma konusudur ya da tamamen karanlık içindedir. (Andrew Scott, 'Update on Genesis', New Scientist, vol. 106, 2 May?s 1985, s. 30)
Biyokimya profesörü David A. Kaufman da, evrim teorisinin genetik hayatın kökeni hakkında bir açıklama getiremediğini şu ifadelerle itiraf etmektedir:
Evrim, hücrelerle beraber dikkatlice tasarlanmış genetik kodların kökenine dair kabul edilebilir bir bilimsel açıklama getirmekten uzak. Ki bunlar olmazsa proteinler ve dolayısıyla hayat da olamaz. (SBS Vital Topics, David B. Loughran, Nisan 1996, Stewarton Bible School, Stewarton, Scotland, URL:http://www.rmplc.co.uk/eduweb/sites/sbs777/vital/evolutio.html)
UBA yazarları ise, hayatın kökeni hakkında evrim teorisinin bir açıklaması olmadığını itiraf etmek yerine, evrim teorisi lehinde gerçek dışı bir tablo çizerek okuyucuları aldatma yolunu seçmişlerdir. Evrimin her konuda delili olduğu, hayatın kökenini açıklayan birçok teze sahip oldukları gibi konunun uzmanı olan hiç kimse tarafından onay görmeyecek asılsız bir iddia ortaya atmışlardır. Evrimcilerin çizdikleri bu toz pembe tablo kesinlikle gerçekleri yansıtmamaktadır. Hayatın kökeni hakkında öne sürdükleri tezlerden her biri ayrı bir çıkmaz içindedir ve bu alternatifler hayatın kökeni sorununu çözmemekte, sadece sorunu bir başka sorun haline getirmektedir. Bilim ve Yaratılışçılık kitabında sözü edilen bu sözde alternatiflerden biri "RNA Dünyası" tezidir. RNA Dünyası tezi günümüzde evrimciler arasında en çok kabul gören iddialardan biri olmasına rağmen, aşağıda da inceleneceği gibi çok fazla sorun içermektedir ve gerçekleşmesi imkansız bir senaryo olduğu açıkça ortadadır.
RNA Dünyası Senaryosu
Bilim ve Yaratılışçılık kitabında, RNA Dünyası olarak anılan hipotezin, hayatın kökeni hakkındaki alternatif (ve makul) açıklamalardan biri olduğu öne sürülmektedir. Oysa RNA Dünyası tezi de, evrimciler tarafından yapılan diğer açıklamalar gibi hayatın kökeni konusuna hiçbir açıklama getirememektedir.
RNA Dünyası tezine göre, ilk önce proteinler değil, proteinlerin bilgisini taşıyan RNA molekülü oluşmuştur. Bu tezin ortaya atılmasının nedeni ise, 70'li yıllarda ilkel dünya atmosferinin içerdiği gazların amino asitlerin oluşumunu ve dolayısıyla protein sentezini imkansız kıldığının anlaşılması olmuştur. Daha önceki yıllarda Miller ve Fox gibi evrimcilerin yaptıkları ve metan-amonyak temelli bir atmosfer modeline dayanan deneylerin tümü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun üzerine yeni evrimci arayışlar başlamış ve RNA Dünyası tezi ortaya çıkmıştır.
RNA Dünyası senaryosuna göre, bundan milyarlarca yıl önce, her nasılsa kendi kendisini kopyalayabilen bir RNA molekülü tesadüfen oluşmuştur. Sonra bu RNA molekülü çevre şartlarının etkisiyle birdenbire proteinler üretmeye başlamıştır. Daha sonra bilgileri ikinci bir molekülde saklamak ihtiyacı doğmuş ve her nasılsa DNA molekülü ortaya çıkmıştır.
Her aşaması ayrı bir imkansızlıklar zinciri olan bu hayal etmesi bile güç senaryo, hayatın başlangıcına açıklama getirmek yerine, sorunu daha da büyütmüş, pek çok içinden çıkılmaz soruyu gündeme getirmiştir. Bu sorunlardan bazıları şöyledir:
1- Daha, RNA'yı oluşturan nükleotidlerin tek bir tanesinin bile oluşması kesinlikle rastlantılarla açıklanamazken, acaba hayali nükleotidler nasıl uygun bir dizilimde biraraya gelerek RNA'yı oluşturmuşlardı? Evrimci biyolog John Horgan RNA'nın tesadüfen oluşmasının imkansızlığını şöyle kabullenir:
Araştırmacılar RNA dünyası kavramını detaylı biçimde inceledikçe giderek daha fazla sorun ortaya çıkıyor. RNA ilk olarak nasıl oluştu? RNA ve onun parçalarının laboratuvarda en iyi şartlarda sentezlenmesi bile son derece zor iken, bunun prebiyotik (yaşam öncesi) ortamda gerçekleşmesi nasıl olmuştur? (John Horgan, 'In the Beginning', Scientific American, cilt 264, Şubat 1991, s. 119)
2- Tesadüfen oluştuğunu farz etsek bile, yalnızca bir nükleotid zincirinden ibaret olan bu RNA hangi bilinçle kendisini kopyalamaya karar vermiş ve ne tür bir mekanizmayla bu kopyalamayı başarmıştı? Kendisini kopyalarken kullanacağı nükleotidleri nereden bulmuştu? Evrimci mikrobiyologlar Gerald Joyce ve Leslie Orgel, durumun ümitsizliğini şöyle dile getirmektedirler:
Tartışma, içinden çıkılmaz bir noktada odaklaşıyor: Karmakarışık bir polinükleotid çorbasından çıkıp, birdenbire kendini kopyalayabilen o hayali RNA'nın efsanesi... Bu kavram, yalnızca bugünkü prebiotik kimya anlayışımıza göre gerçek dışı olmakla kalmamakta, aynı zamanda RNA'nın kendini kopyalayabilen bir molekül olduğu şeklindeki aşırı iyimser düşünceyi de yıkmaktadır. (G.F. Joyce, L. E. Orgel, 'Prospects for Understanding the Origin of the RNA World', In the RNA World, New York: Cold Spring Harbor Laboratory Press, 1993, s. 13)
3- Kaldı ki eğer ilkel dünyada kendini kopyalayan bir RNA oluştuğunu ve ortamda RNA'nın kullanacağı her çeşit amino asitten sayısız miktarlarda bulunduğunu farz etsek ve bütün bu imkansızlıkların bir şekilde gerçekleşmiş olduğunu düşünsek bile, bu durum yine de tek bir protein molekülünün oluşabilmesi için yeterli değildir. Çünkü RNA, sadece proteinin yapısıyla ilgili bilgidir. Amino asitler ise ham maddedir. Ancak ortada proteini üretecek "mekanizma" yoktur. RNA'nın varlığını protein üretimi için yeterli saymak, bir arabanın kağıt üzerine çizilmiş tasarımını o arabayı oluşturacak binlerce parçanın üzerine atıp sonra arabanın kendi kendine montajlanıp ortaya çıkmasını beklemekle aynı derecede anlamsızdır.
Bir protein, hücre içindeki son derece karmaşık işlemler sonucunda pek çok enzimin yardımıyla ribozom adı verilen organelde üretilir. Ribozom ise yine proteinlerden oluşmuş karmaşık bir hücre organelidir. Dolayısıyla bu durum, ribozomun da aynı anda tesadüfen meydana gelmiş olması gibi olanak dışı bir varsayımı daha beraberinde getirecektir. Evrim teorisinin ünlü savunucularından Nobel ödüllü Jacques Monod bile protein sentezinin yalnızca nükleik asitlerdeki bilgiye indirgenmesinin mümkün olmadığını şu şekilde açıklamaktadır:
Şifre (DNA ya da RNA'daki bilgi), aktarılmadıkça anlamsızdır. Günümüz hücresindeki şifre aktarma mekanizması en az 50 makromoleküler parçadan oluşmaktadır ki, bunların kendileri de DNA'da kodludurlar. Şifre bu birimler olmadan aktarılamaz. Bu döngünün kapanması ne zaman ve nasıl gerçekleşti? Bunun hayali bile aşırı derecede zordur. (Jacques Monod, Chance and Necessity, New York: 1971, s.143)
İlkel dünyadaki bir RNA zinciri hangi iradeyle böyle bir karar almış ve hangi yöntemleri kullanarak, 50 özel görevli parçacığın işini tek başına yaparak protein üretimini gerçekleştirmiştir? Evrimcilerin bu sorulara getirebildikleri hiçbir açıklama yoktur. Ünlü bilim dergisi Nature'da yer alan bir makalede de 'kendini kopyalayan RNA' kavramının tamamen hayal mahsulü olduğu, gerçekte ise hiçbir deneyde bu tür bir RNA'nın elde edilemediği belirtilmektedir:
Maynard Smith ve Szathmary, 'DNA kopyalanması o kadar hataya açıktır ki, tek bir gen boyundaki bir DNA parçasının doğru kopyalanmasını sağlayacak enzim proteinlerinin önceden varlığına ihtiyaç vardır' demektedirler. Bu durumda, halen bilinen bilgisel ve enzimatik işlev taşıycı özelliğiyle RNA, yazarları şunu söylemeye yöneltiyor: 'Özde, ilk RNA molekülleri kendilerini kopyalamak için polimerleştirici bir protein enzime ihtiyaç duymadılar; kendi kendilerini kopyaladılar.' Bu bir gerçek midir, yoksa bir beklenti mi? Genelde tüm biyologlar için şunu belirtmenin açıklayıcı olduğunu düşünüyorum ki suni olarak sentezlenmiş katrilyonlarca (1024) rastgele RNA dizilimleri arasından tek bir tane bile kendini kopyalayan (self-replicating) bir RNA çıkmamıştır. (Gabby L.Dover, "Looping the Evolutionary loop. Review of the origin of life from the birth of life to the origin of language", Nature, 1999, 399: 218)
San Diego California Üniversitesi'nden Stanley Miller'ın ve Francis Crick'in çalışma arkadaşı olan ünlü evrimci Dr. Leslie Orgel, 'hayatın RNA dünyası ile başlayabilmesi' ihtimali için 'senaryo' deyimini kullanmaktadır. Orgel, bu RNA'nın hangi özelliklere sahip olması gerektiğini ve bunun imkansızlığını, American Scientist'in Ekim 1994 sayısındaki "The Origin of Life on the Earth" başlıklı makalede şöyle ifade eder:
Bu senaryonun oluşabilmesi için, ilkel dünyadaki RNA'nın bugün mevcut olmayan iki özelliğinin olmuş olması gerekmektedir: Proteinlerin yardımı olmaksızın kendini kopyalayabilme özelliği ve protein sentezinin her aşamasını gerçekleştirebilme özelliği. (Leslie E. Orgel, 'The Origin of Life on the Earth', Scientific American, Ekim 1994, cilt 271, s. 78)
Açıkça anlaşılacağı gibi Orgel'in, 'olmazsa olmaz' şartını koyduğu bu iki kompleks işlemi RNA gibi bir molekülden beklemek bilimsel düşünceye aykırıdır. Somut bilimsel gerçekler, hayatın rastlantılarla ortaya çıktığı iddiasının yeni bir versiyonu olan 'RNA Dünyası' tezinin, gerçekleşmesi imkansız bir senaryo olduğunu ortaya koymaktadır.
John Horgan da The End of Science adlı kitabında, sonradan geçersizliği ortaya çıkmış ünlü Miller deneyinin sahibi Stanley Miller'ın, son dönemlerde ortaya sürülen hayatın kökeni hakkındaki teorileri son derece anlamsız ve küçük gören tavrını şöyle aktarmaktadır:
İlk deneyinden yaklaşık 40 yıl sonra Miller bana, hayatın kökeni bilmecesini çözmenin kendisinin ya da başka herhangi birinin düşündüğünden çok daha zorlaştığını söyledi... Miller, 'anlamsız' veya 'kağıt üstü kimyası' adını verdiği, hayatın kökeni ile ilgili yeni tezlerden hiç etkilenmemişe benziyor. Bazı hipotezleri o kadar küçük gören bir tavır takındı ki, onlarla ilgili görüşlerini sorduğumda, kafasını salladı, iç geçirdi ve kıs kıs güldü, adeta insanlığın ahmaklığının farkına varmışcasına... Stuart Kauffman'ın otokataliz teorisi de bu kategoriye girmekte. Miller, 'Bir bilgisayarda denklemler hesaplamak bir deney teşkil etmez' diye burun kıvırdı. Miller, bilim adamlarının nerede ve ne zaman hayatın başladığını hiçbir zaman kesin bir biçimde bilemeyeceklerini de onayladı. (John Horgan, The End of Science, MA Addison-Wesley, 1996, s. 139 )
Miller gibi, hayatın kökenine evrimci açıklama bulabilme çabasının öncülüğünü yapmış en ateşli evrim taraftarlarının bile, evrim açısından bu derece ümitsiz ifadeleri, teorinin içinde bulunduğu çaresizliği açık bir biçimde yansıtmaktadır.
Yaşamın başlangıcını araştıranlar için soru artık yaşamın biyolojik olmayan bileşimlerden kimyasal bir süreç sonucunda ortaya çıkıp çıkmadığı değil, bu sürecin olası pek çok yoldan hangisi ile ilk hücreleri oluşturduğudur. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 6)
UBA yazarları söz konusu 'kimyasal süreç olasılıkları'ndan ise şöyle söz etmektedirler:
Dünyanın yeni oluştuğu zamanki koşullara benzer ortamlarda yapılan deneylerde proteinlerin, DNA'nın ve RNA'nın yapıtaşı bazı kimyasal bileşikler oluşmuştur. Ayrıca, bu moleküllerden bazıları, uzaydan dünyaya düşen meteorlarda bulunmuş, ve radyoteleskoplarla uzayı inceleyen astronomlar tarafından da keşfedilmiştir. Bilimciler, yaşamın temel yapıtaşları olan bu moleküllerin Dünyanın ilk oluştuğu zamanlarda mevcut olduğu sonucuna varmışlardır. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 5)
UBA yazarlarının ve evrimcilerin iddiaları özetle şöyledir: Cansız dünyada var olan ve ilkel çorba olarak adlandırılan ortamda, canlılığın oluşması için gereken tüm maddeler vardı ve bu maddeler kimyasal süreçlerle tesadüfen biraraya gelerek hücreyi oluşturdular.
Her ne kadar UBA özellikle belirtmemiş olsa da, söz konusu iddiayı destekleyecek hiçbir delil bulunmamaktadır. Hatta deliller evrimcilerin iddialarını çürütecek niteliktedir. Ayrıca, konunun uzmanı olan evrimciler dahi, UBA yazarları kadar kesin ve emin bir üslup kullanmamakta, hayatın kökeni konusunun evrim teorisi için bir bilinmez olduğunu kabul etmektedirler. Sadece ilkel dünya atmosferinin organik bileşikleri parçalayacak olan oksijen gazına bol miktarda sahip olduğunun anlaşılması (yani kimya diliyle "indirgeyici" olmadığının belirlenmesi) bile, yaşamın kökeni ile ilgili "kimyasal evrim" teorilerini çıkmaza sokmuştur. Örneğin Biogenesis: Theories of Life's Origin adlı kitabın (1999) yazarı olan evrimci Noam Lahav şöyle der:
İndirgeyici (oksijen içermeyen) bir atmosfere ilişkin varsayıma karşı gelmekle, biyolojik açıdan önemli organik bileşenler açısından zengin "pre-biyotik çorbanın" varlığına da karşı çıkmış oluyoruz. Dahası şimdiye kadar pre-biyotik çorbanın varlığına ilişkin hiçbir jeokimyasal delil yayınlanmamıştır. Gerçekten de çok sayıda bilim adamı, var olsa bile, organik yapıtaşları toplamının, prebiyotik evrim için anlamlı olabilmesi için çok küçük olduğunu kaydederek, pre-biyotik çorba kavramına karşı çıkmaktadırlar. (Lahav, Noam, Biogenesis: Theories of Life's Origins, s. 138-139 (Oxford University Press, 1999).)
Yani:
1) Hem ilkel atmosferdeki yüksek oksijen, "yaşamın temel yapıtaşlarının" oluşmasına engeldir.
2) Hem de bunların oluştuğu varsayılsa bile, bu "yapıtaşlarının" kimyasal reaksiyonlarla ya da tesadüfle proteinleri, RNA veya DNA'yı oluşturması mümkün değildir. Çünkü proteinler, RNA veya DNA, son derece yoğun bir bilgi içermektedir ve bu bilginin rastgele oluşması istatistiksel olarak imkansızdır.
Dikkat edilirse UBA yazarları, her iki gerçeği göz ardı etmişler, özellikle de ikinci gerçeği, çok kendini ele veren bir üslupla savuşturmaya çalışmışlardır: "Yaşamın yapıtaşları" ifadesini duyan pek çok insan, "bu yapıtaşları olduğu durumda, demek ki yaşam da kendiliğinden doğabiliyor" diye düşünebilir. (UBA yazarları da bunu düşündürtmek istemişlerdir.) Oysa bu bir aldanış ve (UBA açısından) aldatmacadır; çünkü sözü edilen "yapıtaşları" amino asitler veya nükleik asitler gibi basit organik bileşiklerdir ve bunların proteinler, RNA ve DNA gibi kompleks yapılara dönüşmesi imkansızdır. Bir evin "yapıtaşları" olan tuğlaların varlığının, bunların rastgele biraraya gelip bir ev yapacakları anlamına gelmediği gibi.
UBA "ilk hücreleri üretmek için izlenmiş olabilecek bilinen birçok yol" vardır iddiasındadır. Bu iddia kesinlikle yanlıştır. Hiçbir bilim adamı ilk hücreyi cansız maddelerden üretebilecek herhangi bir yol bulmuş değildir. Hayatın kökeni hakkındaki araştırmaları olan Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose bu sorunu şöyle ifade etmiştir:
Yaşamın kökeni konusunda kimyasal ve moleküler evrim alanlarında otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitiyorlar ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanıyorlar. Yeni düşünce ve deneysel hareket tarzları denenmelidir... Bilim adamları arasında detaylı evrimsel aşamalara ilişkin oldukça büyük anlaşmazlıklar çıkmıştır. Problem prebiyotik (yaşam öncesi) moleküllerden progenotlara (en ilkel hücrelere) geçişi sağlayan temel evrimsel süreçlerin delillerle ispatlanmamış olmaları ve bu süreçlerin oluştuğu çevresel koşulların bilinmemesidir. Dahası, tüm canlı hücrelerin oluşumuna neden olan genetik bilginin nerede olduğunu, ilk kopyalanabilir polinükleotidlerin (çoklu nükleik asitler, ilk DNA) nasıl evrimleştiğini, ya da modern hücreler içerisindeki aşırı derece karmaşıklıktaki yapısal işlev ilişkilerinin nasıl oluştuğunu gerçekte bilmiyoruz... Öyle görünüyor ki bu alan artık bir açmaza, varsayımların deneyler ya da gözlemlerle temellendirilmiş olgular üzerinde baskın oldukları bir konuma ulaşmıştır. (Klaus Dose, 'The Origin Of Life: More Questions Than Answers', Interdisciplinary Science Reviews, cilt 13, no.4, 1988, s. 348)
Evrimci biyolog Andrew Scott da benzer bir itirafta bulunmakta ve şöyle demektedir:
Biraz madde alın, karıştırın, ısıtın ve bekleyin. Bu, hayatın kökeninin modern versiyonudur. Yerçekimi, elekromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler gibi 'temel' güçler gerisini halledecektir... Peki ama bu kolay hikayenin ne kadarı sağlam temellere oturmaktadır ve ne kadarı umuda dayalı spekülasyonlara bağlıdır? Gerçekte, ilk kimyasal maddelerden canlı hücrelere kadar giden aşamaların bütün mekanizmaları ya tartışma konusudur ya da tamamen karanlık içindedir. (Andrew Scott, 'Update on Genesis', New Scientist, vol. 106, 2 May?s 1985, s. 30)
Biyokimya profesörü David A. Kaufman da, evrim teorisinin genetik hayatın kökeni hakkında bir açıklama getiremediğini şu ifadelerle itiraf etmektedir:
Evrim, hücrelerle beraber dikkatlice tasarlanmış genetik kodların kökenine dair kabul edilebilir bir bilimsel açıklama getirmekten uzak. Ki bunlar olmazsa proteinler ve dolayısıyla hayat da olamaz. (SBS Vital Topics, David B. Loughran, Nisan 1996, Stewarton Bible School, Stewarton, Scotland, URL:http://www.rmplc.co.uk/eduweb/sites/sbs777/vital/evolutio.html)
UBA yazarları ise, hayatın kökeni hakkında evrim teorisinin bir açıklaması olmadığını itiraf etmek yerine, evrim teorisi lehinde gerçek dışı bir tablo çizerek okuyucuları aldatma yolunu seçmişlerdir. Evrimin her konuda delili olduğu, hayatın kökenini açıklayan birçok teze sahip oldukları gibi konunun uzmanı olan hiç kimse tarafından onay görmeyecek asılsız bir iddia ortaya atmışlardır. Evrimcilerin çizdikleri bu toz pembe tablo kesinlikle gerçekleri yansıtmamaktadır. Hayatın kökeni hakkında öne sürdükleri tezlerden her biri ayrı bir çıkmaz içindedir ve bu alternatifler hayatın kökeni sorununu çözmemekte, sadece sorunu bir başka sorun haline getirmektedir. Bilim ve Yaratılışçılık kitabında sözü edilen bu sözde alternatiflerden biri "RNA Dünyası" tezidir. RNA Dünyası tezi günümüzde evrimciler arasında en çok kabul gören iddialardan biri olmasına rağmen, aşağıda da inceleneceği gibi çok fazla sorun içermektedir ve gerçekleşmesi imkansız bir senaryo olduğu açıkça ortadadır.
RNA Dünyası Senaryosu
Bilim ve Yaratılışçılık kitabında, RNA Dünyası olarak anılan hipotezin, hayatın kökeni hakkındaki alternatif (ve makul) açıklamalardan biri olduğu öne sürülmektedir. Oysa RNA Dünyası tezi de, evrimciler tarafından yapılan diğer açıklamalar gibi hayatın kökeni konusuna hiçbir açıklama getirememektedir.
RNA Dünyası tezine göre, ilk önce proteinler değil, proteinlerin bilgisini taşıyan RNA molekülü oluşmuştur. Bu tezin ortaya atılmasının nedeni ise, 70'li yıllarda ilkel dünya atmosferinin içerdiği gazların amino asitlerin oluşumunu ve dolayısıyla protein sentezini imkansız kıldığının anlaşılması olmuştur. Daha önceki yıllarda Miller ve Fox gibi evrimcilerin yaptıkları ve metan-amonyak temelli bir atmosfer modeline dayanan deneylerin tümü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun üzerine yeni evrimci arayışlar başlamış ve RNA Dünyası tezi ortaya çıkmıştır.
RNA Dünyası senaryosuna göre, bundan milyarlarca yıl önce, her nasılsa kendi kendisini kopyalayabilen bir RNA molekülü tesadüfen oluşmuştur. Sonra bu RNA molekülü çevre şartlarının etkisiyle birdenbire proteinler üretmeye başlamıştır. Daha sonra bilgileri ikinci bir molekülde saklamak ihtiyacı doğmuş ve her nasılsa DNA molekülü ortaya çıkmıştır.
Her aşaması ayrı bir imkansızlıklar zinciri olan bu hayal etmesi bile güç senaryo, hayatın başlangıcına açıklama getirmek yerine, sorunu daha da büyütmüş, pek çok içinden çıkılmaz soruyu gündeme getirmiştir. Bu sorunlardan bazıları şöyledir:
1- Daha, RNA'yı oluşturan nükleotidlerin tek bir tanesinin bile oluşması kesinlikle rastlantılarla açıklanamazken, acaba hayali nükleotidler nasıl uygun bir dizilimde biraraya gelerek RNA'yı oluşturmuşlardı? Evrimci biyolog John Horgan RNA'nın tesadüfen oluşmasının imkansızlığını şöyle kabullenir:
Araştırmacılar RNA dünyası kavramını detaylı biçimde inceledikçe giderek daha fazla sorun ortaya çıkıyor. RNA ilk olarak nasıl oluştu? RNA ve onun parçalarının laboratuvarda en iyi şartlarda sentezlenmesi bile son derece zor iken, bunun prebiyotik (yaşam öncesi) ortamda gerçekleşmesi nasıl olmuştur? (John Horgan, 'In the Beginning', Scientific American, cilt 264, Şubat 1991, s. 119)
2- Tesadüfen oluştuğunu farz etsek bile, yalnızca bir nükleotid zincirinden ibaret olan bu RNA hangi bilinçle kendisini kopyalamaya karar vermiş ve ne tür bir mekanizmayla bu kopyalamayı başarmıştı? Kendisini kopyalarken kullanacağı nükleotidleri nereden bulmuştu? Evrimci mikrobiyologlar Gerald Joyce ve Leslie Orgel, durumun ümitsizliğini şöyle dile getirmektedirler:
Tartışma, içinden çıkılmaz bir noktada odaklaşıyor: Karmakarışık bir polinükleotid çorbasından çıkıp, birdenbire kendini kopyalayabilen o hayali RNA'nın efsanesi... Bu kavram, yalnızca bugünkü prebiotik kimya anlayışımıza göre gerçek dışı olmakla kalmamakta, aynı zamanda RNA'nın kendini kopyalayabilen bir molekül olduğu şeklindeki aşırı iyimser düşünceyi de yıkmaktadır. (G.F. Joyce, L. E. Orgel, 'Prospects for Understanding the Origin of the RNA World', In the RNA World, New York: Cold Spring Harbor Laboratory Press, 1993, s. 13)
3- Kaldı ki eğer ilkel dünyada kendini kopyalayan bir RNA oluştuğunu ve ortamda RNA'nın kullanacağı her çeşit amino asitten sayısız miktarlarda bulunduğunu farz etsek ve bütün bu imkansızlıkların bir şekilde gerçekleşmiş olduğunu düşünsek bile, bu durum yine de tek bir protein molekülünün oluşabilmesi için yeterli değildir. Çünkü RNA, sadece proteinin yapısıyla ilgili bilgidir. Amino asitler ise ham maddedir. Ancak ortada proteini üretecek "mekanizma" yoktur. RNA'nın varlığını protein üretimi için yeterli saymak, bir arabanın kağıt üzerine çizilmiş tasarımını o arabayı oluşturacak binlerce parçanın üzerine atıp sonra arabanın kendi kendine montajlanıp ortaya çıkmasını beklemekle aynı derecede anlamsızdır.
Bir protein, hücre içindeki son derece karmaşık işlemler sonucunda pek çok enzimin yardımıyla ribozom adı verilen organelde üretilir. Ribozom ise yine proteinlerden oluşmuş karmaşık bir hücre organelidir. Dolayısıyla bu durum, ribozomun da aynı anda tesadüfen meydana gelmiş olması gibi olanak dışı bir varsayımı daha beraberinde getirecektir. Evrim teorisinin ünlü savunucularından Nobel ödüllü Jacques Monod bile protein sentezinin yalnızca nükleik asitlerdeki bilgiye indirgenmesinin mümkün olmadığını şu şekilde açıklamaktadır:
Şifre (DNA ya da RNA'daki bilgi), aktarılmadıkça anlamsızdır. Günümüz hücresindeki şifre aktarma mekanizması en az 50 makromoleküler parçadan oluşmaktadır ki, bunların kendileri de DNA'da kodludurlar. Şifre bu birimler olmadan aktarılamaz. Bu döngünün kapanması ne zaman ve nasıl gerçekleşti? Bunun hayali bile aşırı derecede zordur. (Jacques Monod, Chance and Necessity, New York: 1971, s.143)
İlkel dünyadaki bir RNA zinciri hangi iradeyle böyle bir karar almış ve hangi yöntemleri kullanarak, 50 özel görevli parçacığın işini tek başına yaparak protein üretimini gerçekleştirmiştir? Evrimcilerin bu sorulara getirebildikleri hiçbir açıklama yoktur. Ünlü bilim dergisi Nature'da yer alan bir makalede de 'kendini kopyalayan RNA' kavramının tamamen hayal mahsulü olduğu, gerçekte ise hiçbir deneyde bu tür bir RNA'nın elde edilemediği belirtilmektedir:
Maynard Smith ve Szathmary, 'DNA kopyalanması o kadar hataya açıktır ki, tek bir gen boyundaki bir DNA parçasının doğru kopyalanmasını sağlayacak enzim proteinlerinin önceden varlığına ihtiyaç vardır' demektedirler. Bu durumda, halen bilinen bilgisel ve enzimatik işlev taşıycı özelliğiyle RNA, yazarları şunu söylemeye yöneltiyor: 'Özde, ilk RNA molekülleri kendilerini kopyalamak için polimerleştirici bir protein enzime ihtiyaç duymadılar; kendi kendilerini kopyaladılar.' Bu bir gerçek midir, yoksa bir beklenti mi? Genelde tüm biyologlar için şunu belirtmenin açıklayıcı olduğunu düşünüyorum ki suni olarak sentezlenmiş katrilyonlarca (1024) rastgele RNA dizilimleri arasından tek bir tane bile kendini kopyalayan (self-replicating) bir RNA çıkmamıştır. (Gabby L.Dover, "Looping the Evolutionary loop. Review of the origin of life from the birth of life to the origin of language", Nature, 1999, 399: 218)
San Diego California Üniversitesi'nden Stanley Miller'ın ve Francis Crick'in çalışma arkadaşı olan ünlü evrimci Dr. Leslie Orgel, 'hayatın RNA dünyası ile başlayabilmesi' ihtimali için 'senaryo' deyimini kullanmaktadır. Orgel, bu RNA'nın hangi özelliklere sahip olması gerektiğini ve bunun imkansızlığını, American Scientist'in Ekim 1994 sayısındaki "The Origin of Life on the Earth" başlıklı makalede şöyle ifade eder:
Bu senaryonun oluşabilmesi için, ilkel dünyadaki RNA'nın bugün mevcut olmayan iki özelliğinin olmuş olması gerekmektedir: Proteinlerin yardımı olmaksızın kendini kopyalayabilme özelliği ve protein sentezinin her aşamasını gerçekleştirebilme özelliği. (Leslie E. Orgel, 'The Origin of Life on the Earth', Scientific American, Ekim 1994, cilt 271, s. 78)
Açıkça anlaşılacağı gibi Orgel'in, 'olmazsa olmaz' şartını koyduğu bu iki kompleks işlemi RNA gibi bir molekülden beklemek bilimsel düşünceye aykırıdır. Somut bilimsel gerçekler, hayatın rastlantılarla ortaya çıktığı iddiasının yeni bir versiyonu olan 'RNA Dünyası' tezinin, gerçekleşmesi imkansız bir senaryo olduğunu ortaya koymaktadır.
John Horgan da The End of Science adlı kitabında, sonradan geçersizliği ortaya çıkmış ünlü Miller deneyinin sahibi Stanley Miller'ın, son dönemlerde ortaya sürülen hayatın kökeni hakkındaki teorileri son derece anlamsız ve küçük gören tavrını şöyle aktarmaktadır:
İlk deneyinden yaklaşık 40 yıl sonra Miller bana, hayatın kökeni bilmecesini çözmenin kendisinin ya da başka herhangi birinin düşündüğünden çok daha zorlaştığını söyledi... Miller, 'anlamsız' veya 'kağıt üstü kimyası' adını verdiği, hayatın kökeni ile ilgili yeni tezlerden hiç etkilenmemişe benziyor. Bazı hipotezleri o kadar küçük gören bir tavır takındı ki, onlarla ilgili görüşlerini sorduğumda, kafasını salladı, iç geçirdi ve kıs kıs güldü, adeta insanlığın ahmaklığının farkına varmışcasına... Stuart Kauffman'ın otokataliz teorisi de bu kategoriye girmekte. Miller, 'Bir bilgisayarda denklemler hesaplamak bir deney teşkil etmez' diye burun kıvırdı. Miller, bilim adamlarının nerede ve ne zaman hayatın başladığını hiçbir zaman kesin bir biçimde bilemeyeceklerini de onayladı. (John Horgan, The End of Science, MA Addison-Wesley, 1996, s. 139 )
Miller gibi, hayatın kökenine evrimci açıklama bulabilme çabasının öncülüğünü yapmış en ateşli evrim taraftarlarının bile, evrim açısından bu derece ümitsiz ifadeleri, teorinin içinde bulunduğu çaresizliği açık bir biçimde yansıtmaktadır.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder