Evrim teorisine göre, bir canlıdan başka bir canlıya evrim sırasında geçilen aşamaların hepsi tek tek avantajlı olmalıdır...
Canlılardaki "indirgenemez kompleksliğe" sahip yapılar ve sistemler, evrim teorisinin en önemli sorunlarından biridir. Evrim teorisine göre, bir canlıdan başka bir canlıya evrim sırasında geçilen aşamaların hepsi tek tek avantajlı olmalıdır. Diğer bir deyişle, A'dan Z'ye doğru gidecek bir evrim sürecinde, B, C, D... U, Ü, V ve Y gibi tüm "ara" kademelerin canlıya mutlaka avantaj sağlaması gerekmektedir. Doğal seleksiyon ve mutasyonun bilinçli bir şekilde önceden hedef belirlemeleri mümkün olmadığına göre, tüm teori canlı sistemlerinin avantajlı küçük kademelere "indirgenebileceği" varsayımına dayanmaktadır.
İşte Darwin bu nedenle "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" demiştir.
Darwin, 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde canlıların indirgenebilir bir yapıda olduklarını düşünmüş olabilir. Ancak 20. yüzyılın bilimsel bulguları, gerçekte canlılardaki pek çok sistem ve organın, basite indirgenemez olduklarını ortaya koymuştur. "İndirgenemez komplekslik" adı verilen bu olgu, Darwinizm'i, tam da Darwin'in endişe ettiği gibi "kesinlikle" yıkmaktadır.
UBA yazarları ise, evrim teorisini tek başına yıkmaya yeterli olan "indirgenemez komplekslik" konusuna da kitapçıkta yer vermiş, ancak sadece, hiçbir delile ve mantıklı bir açıklamaya dayanmadan, indirgenemez kompleks yapıların gerçekte öyle olmadıklarını ileri sürmüştür:
Ancak "çözülemeyecek" kadar karmaşık olduğu öne sürülen bu yapı ve süreçlerin daha dikkatli bir gözle bakınca hiç de öyle olmadıkları görülür. Örneğin karmaşık bir yapının veya biyokimyasal sürecin ancak tüm öğelerinin bugünkü haliyle var olmaları ve işlemeleri durumunda işlevsel olacağı tezi yanlıştır. Karmaşık biyokimyasal sistemler doğal seçilim yoluyla daha basit sistemlerden kurulabilirler." (Kitabın çevirmenleri, "irreducible complexity" ("indirgenemez komplekslik") ifadesini "çözülemeyecek kadar karmaşık" olarak çevirmişlerdir.) (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 21)
UBA yazarları bu iddialarını hemoglobin molekülü ile örneklendirmektedirler. UBA'nın iddiasına göre, çeneli balıklar çenesiz balıklardan evrimleşmişlerdir. Bu balıkların hemoglobinleri de, çenesiz balıkların hemoglobinlerine göre daha komplekstir. Yani UBA'nın iddiasına göre, indirgenemez kompleksliğe sahip olan bir çeneli balık hemoglobini, kendisinden daha basit yapıda olan bir hemoglobinden evrimleşmiştir. UBA bu iddiası ile, indirgenemez kompleksliğe sahip bir molekülün nasıl oluştuğunu açıkladığını zannetmektedir!
Bu bir zandır, çünkü ortada evrim teorisi adına açıklanmış bir şey yoktur. UBA yazarları, açıklamaları gereken konuyu (indirgenemez kompleks yapıların kökenini) açıklamaya kalkarken, somut bilimsel bir gerçek değil, evrim teorisinin varsayımlarına dayanmaktadırlar. Çenesiz balıkların çeneli balıklara evrimleştiği, bilimsel bir gerçek değil Darwinist bir varsayımdır. Kanıtı olamayan bu varsayımı, bir başka varsayım olan "indirgenemez kompleks organlar aslında indirgenebilir" iddiasına delil gibi sunmak, en hafif ifadeyle mantıksal bir çelişki, daha gerçekçi bir ifadeyle de aldatmacadır.
Öte yandan farklı canlılardaki hemoglobin molekülleri arasındaki yapıların komplekslik derecesini bir evrim kanıtı olarak göstermek de ayrı bir yanılgıdır. Çünkü evrimcilerin izah etmeleri gereken, doğada farklı komplekslik derecesinde iki farklı hemoglobin molekülü olduğunu göstermek değil, hemoglobinin (ve tüm diğer proteinlerin) ilk olarak nasıl ortaya çıktığını açıklamaktır.
UBA yazarları, daha basit bir hemoglobinin daha kompleks bir hemoglobine dönüştüğünü iddia ederek, hemoglobin gibi indirgenemez kompleks bir molekülün kökenini açıkladıklarını düşünebilmektedirler. Ancak, "daha basit" dedikleri hemoglobinin de indirgenemez kompleks bir yapıda olduğunu ya düşünememekte ya da bu gerçeği görmezden gelmektedirler.
UBA yazarlarının indirgenemez komplekslik karşısındaki kaçış yöntemleri, bu kompleks yapılara birtakım "ilkel" ara aşamalar hayal etmekten ibarettir. "Doğal seleksiyon, bir sistemin parçalarını her seferinde bir işlev olmak üzere biraraya getirebilir, ve sonra daha ileriki bir zamanda, başka öğeleri içeren sistemlerle birleştirerek yeni işlevler kazandırabilir" diye yazmaktadırlar. Peki ama bu "başka işlev"ler nedir? Soru budur ve UBA yazarları bunu tamamen cevapsız bırakmakta, bu senaryolarına bir delil veya örnek vermemektedirler. Bunun için, en basitten en karmaşığa doğru işlev kazanan bir yapı veya süreç örneği vermeleri ve bu örneklerini delillendirmeleri gerekmektedir. Ayrıca, bu ara işlevlerin de kompleks olması durumunda yine aynı sorunla karşı karşıya kalacakları ortadadır.
Bunun dışında, UBA yazarları doğal seleksiyondan bilinçli bir varlıkmış gibi söz etmektedirler. Doğal seleksiyonun, sanki gelecekte elde edilmek istenen asıl fonksiyonun ne olduğundan haberi varmış gibi, zaman içinde uygun parçaları birbirine ekleyerek, her seferinde faydalı bir fonksiyon elde ettiğini öne sürmektedirler. Oysa doğal seleksiyon bilinçsiz bir doğa mekanizmasıdır ve bir plana göre hareket etmez.
Farklı canlı sınıflarında görülen özgün organ ve sistemlerin kaynağı nedir? Bunları tanımlayan yeni genetik bilgi nasıl ortaya çıkmıştır? Tüm evrimciler gibi UBA yazarlarının da bu konu hakkında en küçük bir fikirleri dahi bulunmamaktadır. Önceki bölümlerde de açıkladığımız gibi, mutasyonlar canlılara faydalı özellikler kazandıramazlar. Öyle ise doğal seleksiyonun seçeceğini umdukları yeni fonksiyonlar nasıl elde edilecektir? Bu hayati soru hep cevapsızdır. Ancak dünyanın en önde gelen evrimcileri, sadece "doğal seleksiyon bunu yapar" diyerek hiçbir delil ve açıklama getirmeden, canlılardaki yapı ve sistemlerin indirgenemez kompleksliğini evrimsel olarak açıkladıklarını zannetmektedirler.
UBA'nın evrimci yazarları, kanın pıhtılaşmasında izlenen karmaşık biyokimyasal aşamaları ise genlerin doğal seleksiyon tarafından çoğaltılması, değiştirilmesi ve etkilerinin artırılması ile açıklamaya çalışmaktadırlar. Gen kopyalaması, UBA yazarlarının bir canlıya genetik bilgi nasıl eklenebilir sorusuna verdikleri bir cevaptır. Bu açıklamaya göre, bir canlının genlerinden biri fazladan kopyasını yapar. Daha sonra bu fazladan kopya üzerinde bir mutasyon meydana gelir ve böylece canlının genetik bilgisinde bir değişiklik olur. Bu değişiklik kopya genin üzerinde olduğu için de mutasyon organizmada etkili olmamakta, böylece söz konusu genin tanımladığı işlev zarara uğramamaktadır. Mutasyona uğrayan gen, kopya gendir.
Ne var ki kopya gen açıklaması evrim teorisine hiçbir katkıda bulunmamaktadır. Çünkü, herşeyden önce, tam doğru zamanda (yani tam da canlının yeni bir işleve ihtiyacı olduğu anda), doğru gen gereksiz yere çoğalmalıdır. Sonra yine tam da bu kopya gene çok uygun bir mutasyon isabet etmelidir ve bu öyle bir mutasyon olmalıdır ki, organizma yeni bir işleve sahip olmalıdır.
Bu kadar tesadüfün art arda gelebileceğine inanmak, hem de bunun yeryüzündeki milyonlarca farklı türün kökenini oluşturduğunu düşünmek, akıl dışıdır. Kaldı ki, genler çok nadiren çoğalırlar. Araştırmacılar Lynch ve Conery, ortalama gen çoğalmalarının 100 milyon yılda bir gerçekleştiğini belirlemişlerdir.9 Dahası kopyalanan genlerin büyük bir çoğunluğunun birkaç milyon yıl içinde kayboldukları bulunmuştur.(Huges, Austin L., 'Adaptive Evolution of Genes and Genomes'. (see chapter 7, 'Evolution of New Protein Function' s. 143-180. (Oxford University Press, New York, 1999) İndirgenemez kompleksliğe sahip yapıların en belirgin özelliğinin birçok parçadan oluşmaları olduğu düşünülürse, her 100 milyon yılda bir gen kopyalayarak doğru parçaları doğru zamanda biraraya getirmenin imkansızlığı tamamen ortaya çıkar.
Nitekim gen kopyalarının evrime neden olduğu iddiası evrimciler tarafından dahi şüphe ile karşılanmaktadır. Örneğin Conery ve Lynch, gen kopyalamasının evrimin oluşumuna katkıda bulunmasını sağlayan mekanizmaların anlaşılmadığını belirtmektedirler:
Ancak, kopya genlerin, evrimsel süreç içerisinde bir kopyanın rahatlıkla harcanabileceği tamamen bolluk ve gereksizlik ifade eden bir başlangıç konumundan, her iki kopyanın da doğal seleksiyon yoluyla korunacağı durağan bir konuma doğru nasıl başarıyla yolunu bulduğu son derece zor anlaşılırdır. Bu olayların hangi sıklıkta oluştuğu da anlaşılır değildir. (M. Lynch, J. S. Conery, 'The Evolutionary Fate and Consequence of Duplicate Genes' Science 290:1151-1155 (Nov 10, 2000).)
UBA'nın öne sürdüğü mekanizmaların aşama aşama evrim meydana getirmesinin imkansızlığı ortadadır. Ayrıca kan pıhtılaşma sürecinin bu mekanizmalarla aşama aşama evrimleşebileceğini iddia eden UBA yazarlarının, bu iddialarını çok detaylı açıklamalarla delillendirmeleri gerekir. Örneğin "hangi aşamada, hangi gen, hangi yolla, nasıl bir değişikliğe uğradı"; "bu değişiklik, gene veya canlıya zarar vermeden, organizmaya nasıl bir özellik veya fonksiyon kazandırdı" gibi sorular cevaplanmalıdır. Yan sayfada, kanın pıhtılaşma süreci açıklanmaktadır. Böyle bir sistemin nasıl ortaya çıktığı sorusunun, evrimin tesadüfi mekanizmaları ile açıklanamayacağı o kadar açıktır ki, bu yönde yapılan her açıklama mantıksız demagojilerden öteye gitmeyecektir.
Kitapçıkta son olarak gözün yapısında bulunan indirgenemez komplekslik ele alınmaktadır. Hemoglobin konusunda yapılan mantık hatası burada da tekrarlanmakta, kompleks gözün daha basit gözden evrimleştiği öne sürülmektedir. Oysa farklı komplekslik seviyelerine sahip her göz yine de indirgenemez kompleksliğe sahiptir. UBA yazarları "Aşamalar, (bugün yassı kurtlarda görülen) ışığa duyarlı retinula hücrelerinin oluşturduğu basit bir göz noktasından başlayarak..." ifadesiyle, kompleks gözün çok basit bir noktadan aşama aşama oluştuğunu iddia etmektedirler. Oysa, burada ele alınması gereken nokta, UBA yazarlarının "ışığa duyarlı basit bir göz noktası" dedikleri noktanın ne kadar basit olduğu, daha doğrusu ne kadar kompleks olduğudur.
En basit şekliyle dahi olsa, "görme"nin oluşabilmesi için, bir canlının bazı hücrelerinin ışığa duyarlı hale gelmesi, bu duyarlılığı elektriksel sinyallere aktaracak bir yeteneğe sahip olması, bu hücrelerden beyne gidecek olan özel sinir ağının oluşması ve beyinde de bu bilgiyi değerlendirecek bir "görme merkezi"nin meydana gelmesi gerekir. Tüm bunların rastlantısal olarak ve aynı anda, aynı canlıda oluştuğunu öne sürmek ise akıl dışıdır. Evrimci yazar Cemal Yıldırım, evrim teorisini savunmak niyetiyle kaleme aldığı Evrim Kuramı ve Bağnazlık adlı kitabında bu gerçeği şöyle kabul eder:
Görmek için çok sayıda düzeneğin iş birliğine ihtiyaç vardır: Göz ve gözün iç düzeneklerinin yanı sıra beyindeki özel merkezlerle göz arasındaki bağıntılardan söz edilebilir. Bu karmaşık yapılaşma nasıl oluşmuştur? Biyologlara göre evrim sürecinde, gözün oluşumunda ilk adım, kimi ilkel canlılarda deri üzerinde ışığa duyarlı küçük bir bölümün belirmesiyle atılmıştır. Ancak doğal seleksiyonda bu kadarcık bir oluşumun kendi başına canlıya sağladığı avantaj ne olabilir? Öyle bir oluşumla birlikte beyinde görsel merkez ile ona bağlı sinir ağının da kurulması gerekir. Oldukça karmaşık olan bu birbirine bağlı düzenekler kurulmadıkça "görme" dediğimiz olayın ortaya çıkması beklenemez. Darwin varyasyonların rastgele ortaya çıktığı inancındaydı. Öyle olsaydı, görmenin gerektirdiği o kadar çok sayıda varyasyonun organizmanın değişik yerlerinde aynı zamanda oluşup uyum kurması gizemli bir bilmeceye dönüşmez miydi?… Oysa görme için birbirini tamamlayıcı bir dizi değişikliklere ve bunların tam bir uyum ve eşgüdüm için çalışmasına ihtiyaç vardır… Sıradan bir yumuşakça olan ibiğin gözünde bizimkinde olduğu gibi retina, kornea ve selüloz dokulu lens vardır. Şimdi evrim düzeyleri bu denli farklı iki türde bir dizi rastlantıyı gerektiren bu yapılaşmayı salt doğal seleksiyonla nasıl açıklayabiliriz?... Darwincilerin bu soruya doyurucu yanıt verip veremedikleri tartışılabilir...(Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, Bilgi Yayınevi, Ocak 1989, s. 58-59)
Bu sorunu evrimciler açısından daha da içinden çıkılmaz hale getiren bir başka nokta ise, Kambriyen devrinde aniden ortaya çıkan canlılardan biri olan trilobitlerin gözüdür. 530 milyon yıllık bu petek göz yapısı, çift mercek sistemiyle çalışan bir "optik harika"dır ve bilinen en eski gözdür. Bu durum, evrimcilerin "kompleks gözler ilkel gözlerden evrimleşti" varsayımını tümüyle geçersiz kılmaktadır.
İşte Darwin bu nedenle "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" demiştir.
Darwin, 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde canlıların indirgenebilir bir yapıda olduklarını düşünmüş olabilir. Ancak 20. yüzyılın bilimsel bulguları, gerçekte canlılardaki pek çok sistem ve organın, basite indirgenemez olduklarını ortaya koymuştur. "İndirgenemez komplekslik" adı verilen bu olgu, Darwinizm'i, tam da Darwin'in endişe ettiği gibi "kesinlikle" yıkmaktadır.
UBA yazarları ise, evrim teorisini tek başına yıkmaya yeterli olan "indirgenemez komplekslik" konusuna da kitapçıkta yer vermiş, ancak sadece, hiçbir delile ve mantıklı bir açıklamaya dayanmadan, indirgenemez kompleks yapıların gerçekte öyle olmadıklarını ileri sürmüştür:
Ancak "çözülemeyecek" kadar karmaşık olduğu öne sürülen bu yapı ve süreçlerin daha dikkatli bir gözle bakınca hiç de öyle olmadıkları görülür. Örneğin karmaşık bir yapının veya biyokimyasal sürecin ancak tüm öğelerinin bugünkü haliyle var olmaları ve işlemeleri durumunda işlevsel olacağı tezi yanlıştır. Karmaşık biyokimyasal sistemler doğal seçilim yoluyla daha basit sistemlerden kurulabilirler." (Kitabın çevirmenleri, "irreducible complexity" ("indirgenemez komplekslik") ifadesini "çözülemeyecek kadar karmaşık" olarak çevirmişlerdir.) (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 21)
UBA yazarları bu iddialarını hemoglobin molekülü ile örneklendirmektedirler. UBA'nın iddiasına göre, çeneli balıklar çenesiz balıklardan evrimleşmişlerdir. Bu balıkların hemoglobinleri de, çenesiz balıkların hemoglobinlerine göre daha komplekstir. Yani UBA'nın iddiasına göre, indirgenemez kompleksliğe sahip olan bir çeneli balık hemoglobini, kendisinden daha basit yapıda olan bir hemoglobinden evrimleşmiştir. UBA bu iddiası ile, indirgenemez kompleksliğe sahip bir molekülün nasıl oluştuğunu açıkladığını zannetmektedir!
Bu bir zandır, çünkü ortada evrim teorisi adına açıklanmış bir şey yoktur. UBA yazarları, açıklamaları gereken konuyu (indirgenemez kompleks yapıların kökenini) açıklamaya kalkarken, somut bilimsel bir gerçek değil, evrim teorisinin varsayımlarına dayanmaktadırlar. Çenesiz balıkların çeneli balıklara evrimleştiği, bilimsel bir gerçek değil Darwinist bir varsayımdır. Kanıtı olamayan bu varsayımı, bir başka varsayım olan "indirgenemez kompleks organlar aslında indirgenebilir" iddiasına delil gibi sunmak, en hafif ifadeyle mantıksal bir çelişki, daha gerçekçi bir ifadeyle de aldatmacadır.
Öte yandan farklı canlılardaki hemoglobin molekülleri arasındaki yapıların komplekslik derecesini bir evrim kanıtı olarak göstermek de ayrı bir yanılgıdır. Çünkü evrimcilerin izah etmeleri gereken, doğada farklı komplekslik derecesinde iki farklı hemoglobin molekülü olduğunu göstermek değil, hemoglobinin (ve tüm diğer proteinlerin) ilk olarak nasıl ortaya çıktığını açıklamaktır.
UBA yazarları, daha basit bir hemoglobinin daha kompleks bir hemoglobine dönüştüğünü iddia ederek, hemoglobin gibi indirgenemez kompleks bir molekülün kökenini açıkladıklarını düşünebilmektedirler. Ancak, "daha basit" dedikleri hemoglobinin de indirgenemez kompleks bir yapıda olduğunu ya düşünememekte ya da bu gerçeği görmezden gelmektedirler.
UBA yazarlarının indirgenemez komplekslik karşısındaki kaçış yöntemleri, bu kompleks yapılara birtakım "ilkel" ara aşamalar hayal etmekten ibarettir. "Doğal seleksiyon, bir sistemin parçalarını her seferinde bir işlev olmak üzere biraraya getirebilir, ve sonra daha ileriki bir zamanda, başka öğeleri içeren sistemlerle birleştirerek yeni işlevler kazandırabilir" diye yazmaktadırlar. Peki ama bu "başka işlev"ler nedir? Soru budur ve UBA yazarları bunu tamamen cevapsız bırakmakta, bu senaryolarına bir delil veya örnek vermemektedirler. Bunun için, en basitten en karmaşığa doğru işlev kazanan bir yapı veya süreç örneği vermeleri ve bu örneklerini delillendirmeleri gerekmektedir. Ayrıca, bu ara işlevlerin de kompleks olması durumunda yine aynı sorunla karşı karşıya kalacakları ortadadır.
Bunun dışında, UBA yazarları doğal seleksiyondan bilinçli bir varlıkmış gibi söz etmektedirler. Doğal seleksiyonun, sanki gelecekte elde edilmek istenen asıl fonksiyonun ne olduğundan haberi varmış gibi, zaman içinde uygun parçaları birbirine ekleyerek, her seferinde faydalı bir fonksiyon elde ettiğini öne sürmektedirler. Oysa doğal seleksiyon bilinçsiz bir doğa mekanizmasıdır ve bir plana göre hareket etmez.
Farklı canlı sınıflarında görülen özgün organ ve sistemlerin kaynağı nedir? Bunları tanımlayan yeni genetik bilgi nasıl ortaya çıkmıştır? Tüm evrimciler gibi UBA yazarlarının da bu konu hakkında en küçük bir fikirleri dahi bulunmamaktadır. Önceki bölümlerde de açıkladığımız gibi, mutasyonlar canlılara faydalı özellikler kazandıramazlar. Öyle ise doğal seleksiyonun seçeceğini umdukları yeni fonksiyonlar nasıl elde edilecektir? Bu hayati soru hep cevapsızdır. Ancak dünyanın en önde gelen evrimcileri, sadece "doğal seleksiyon bunu yapar" diyerek hiçbir delil ve açıklama getirmeden, canlılardaki yapı ve sistemlerin indirgenemez kompleksliğini evrimsel olarak açıkladıklarını zannetmektedirler.
UBA'nın evrimci yazarları, kanın pıhtılaşmasında izlenen karmaşık biyokimyasal aşamaları ise genlerin doğal seleksiyon tarafından çoğaltılması, değiştirilmesi ve etkilerinin artırılması ile açıklamaya çalışmaktadırlar. Gen kopyalaması, UBA yazarlarının bir canlıya genetik bilgi nasıl eklenebilir sorusuna verdikleri bir cevaptır. Bu açıklamaya göre, bir canlının genlerinden biri fazladan kopyasını yapar. Daha sonra bu fazladan kopya üzerinde bir mutasyon meydana gelir ve böylece canlının genetik bilgisinde bir değişiklik olur. Bu değişiklik kopya genin üzerinde olduğu için de mutasyon organizmada etkili olmamakta, böylece söz konusu genin tanımladığı işlev zarara uğramamaktadır. Mutasyona uğrayan gen, kopya gendir.
Ne var ki kopya gen açıklaması evrim teorisine hiçbir katkıda bulunmamaktadır. Çünkü, herşeyden önce, tam doğru zamanda (yani tam da canlının yeni bir işleve ihtiyacı olduğu anda), doğru gen gereksiz yere çoğalmalıdır. Sonra yine tam da bu kopya gene çok uygun bir mutasyon isabet etmelidir ve bu öyle bir mutasyon olmalıdır ki, organizma yeni bir işleve sahip olmalıdır.
Bu kadar tesadüfün art arda gelebileceğine inanmak, hem de bunun yeryüzündeki milyonlarca farklı türün kökenini oluşturduğunu düşünmek, akıl dışıdır. Kaldı ki, genler çok nadiren çoğalırlar. Araştırmacılar Lynch ve Conery, ortalama gen çoğalmalarının 100 milyon yılda bir gerçekleştiğini belirlemişlerdir.9 Dahası kopyalanan genlerin büyük bir çoğunluğunun birkaç milyon yıl içinde kayboldukları bulunmuştur.(Huges, Austin L., 'Adaptive Evolution of Genes and Genomes'. (see chapter 7, 'Evolution of New Protein Function' s. 143-180. (Oxford University Press, New York, 1999) İndirgenemez kompleksliğe sahip yapıların en belirgin özelliğinin birçok parçadan oluşmaları olduğu düşünülürse, her 100 milyon yılda bir gen kopyalayarak doğru parçaları doğru zamanda biraraya getirmenin imkansızlığı tamamen ortaya çıkar.
Nitekim gen kopyalarının evrime neden olduğu iddiası evrimciler tarafından dahi şüphe ile karşılanmaktadır. Örneğin Conery ve Lynch, gen kopyalamasının evrimin oluşumuna katkıda bulunmasını sağlayan mekanizmaların anlaşılmadığını belirtmektedirler:
Ancak, kopya genlerin, evrimsel süreç içerisinde bir kopyanın rahatlıkla harcanabileceği tamamen bolluk ve gereksizlik ifade eden bir başlangıç konumundan, her iki kopyanın da doğal seleksiyon yoluyla korunacağı durağan bir konuma doğru nasıl başarıyla yolunu bulduğu son derece zor anlaşılırdır. Bu olayların hangi sıklıkta oluştuğu da anlaşılır değildir. (M. Lynch, J. S. Conery, 'The Evolutionary Fate and Consequence of Duplicate Genes' Science 290:1151-1155 (Nov 10, 2000).)
UBA'nın öne sürdüğü mekanizmaların aşama aşama evrim meydana getirmesinin imkansızlığı ortadadır. Ayrıca kan pıhtılaşma sürecinin bu mekanizmalarla aşama aşama evrimleşebileceğini iddia eden UBA yazarlarının, bu iddialarını çok detaylı açıklamalarla delillendirmeleri gerekir. Örneğin "hangi aşamada, hangi gen, hangi yolla, nasıl bir değişikliğe uğradı"; "bu değişiklik, gene veya canlıya zarar vermeden, organizmaya nasıl bir özellik veya fonksiyon kazandırdı" gibi sorular cevaplanmalıdır. Yan sayfada, kanın pıhtılaşma süreci açıklanmaktadır. Böyle bir sistemin nasıl ortaya çıktığı sorusunun, evrimin tesadüfi mekanizmaları ile açıklanamayacağı o kadar açıktır ki, bu yönde yapılan her açıklama mantıksız demagojilerden öteye gitmeyecektir.
Kitapçıkta son olarak gözün yapısında bulunan indirgenemez komplekslik ele alınmaktadır. Hemoglobin konusunda yapılan mantık hatası burada da tekrarlanmakta, kompleks gözün daha basit gözden evrimleştiği öne sürülmektedir. Oysa farklı komplekslik seviyelerine sahip her göz yine de indirgenemez kompleksliğe sahiptir. UBA yazarları "Aşamalar, (bugün yassı kurtlarda görülen) ışığa duyarlı retinula hücrelerinin oluşturduğu basit bir göz noktasından başlayarak..." ifadesiyle, kompleks gözün çok basit bir noktadan aşama aşama oluştuğunu iddia etmektedirler. Oysa, burada ele alınması gereken nokta, UBA yazarlarının "ışığa duyarlı basit bir göz noktası" dedikleri noktanın ne kadar basit olduğu, daha doğrusu ne kadar kompleks olduğudur.
En basit şekliyle dahi olsa, "görme"nin oluşabilmesi için, bir canlının bazı hücrelerinin ışığa duyarlı hale gelmesi, bu duyarlılığı elektriksel sinyallere aktaracak bir yeteneğe sahip olması, bu hücrelerden beyne gidecek olan özel sinir ağının oluşması ve beyinde de bu bilgiyi değerlendirecek bir "görme merkezi"nin meydana gelmesi gerekir. Tüm bunların rastlantısal olarak ve aynı anda, aynı canlıda oluştuğunu öne sürmek ise akıl dışıdır. Evrimci yazar Cemal Yıldırım, evrim teorisini savunmak niyetiyle kaleme aldığı Evrim Kuramı ve Bağnazlık adlı kitabında bu gerçeği şöyle kabul eder:
Görmek için çok sayıda düzeneğin iş birliğine ihtiyaç vardır: Göz ve gözün iç düzeneklerinin yanı sıra beyindeki özel merkezlerle göz arasındaki bağıntılardan söz edilebilir. Bu karmaşık yapılaşma nasıl oluşmuştur? Biyologlara göre evrim sürecinde, gözün oluşumunda ilk adım, kimi ilkel canlılarda deri üzerinde ışığa duyarlı küçük bir bölümün belirmesiyle atılmıştır. Ancak doğal seleksiyonda bu kadarcık bir oluşumun kendi başına canlıya sağladığı avantaj ne olabilir? Öyle bir oluşumla birlikte beyinde görsel merkez ile ona bağlı sinir ağının da kurulması gerekir. Oldukça karmaşık olan bu birbirine bağlı düzenekler kurulmadıkça "görme" dediğimiz olayın ortaya çıkması beklenemez. Darwin varyasyonların rastgele ortaya çıktığı inancındaydı. Öyle olsaydı, görmenin gerektirdiği o kadar çok sayıda varyasyonun organizmanın değişik yerlerinde aynı zamanda oluşup uyum kurması gizemli bir bilmeceye dönüşmez miydi?… Oysa görme için birbirini tamamlayıcı bir dizi değişikliklere ve bunların tam bir uyum ve eşgüdüm için çalışmasına ihtiyaç vardır… Sıradan bir yumuşakça olan ibiğin gözünde bizimkinde olduğu gibi retina, kornea ve selüloz dokulu lens vardır. Şimdi evrim düzeyleri bu denli farklı iki türde bir dizi rastlantıyı gerektiren bu yapılaşmayı salt doğal seleksiyonla nasıl açıklayabiliriz?... Darwincilerin bu soruya doyurucu yanıt verip veremedikleri tartışılabilir...(Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, Bilgi Yayınevi, Ocak 1989, s. 58-59)
Bu sorunu evrimciler açısından daha da içinden çıkılmaz hale getiren bir başka nokta ise, Kambriyen devrinde aniden ortaya çıkan canlılardan biri olan trilobitlerin gözüdür. 530 milyon yıllık bu petek göz yapısı, çift mercek sistemiyle çalışan bir "optik harika"dır ve bilinen en eski gözdür. Bu durum, evrimcilerin "kompleks gözler ilkel gözlerden evrimleşti" varsayımını tümüyle geçersiz kılmaktadır.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder