Mars, iddia ettikleri ilkel dünya koşullarında ilk hücrenin nasıl olup da tesadüfen oluşabildiğine açıklama getiremeyen evrimcilerin sığındıkları yerlerden biridir...
Bilim ve Yaratılışçılık kitapçığında, ilk hücrelerin Mars'ta oluşup Dünya'ya öyle gelmiş olabileceği öne sürülmektedir. (Bilim ve Yaratılışçılık, s.7)
Mars, iddia ettikleri ilkel dünya koşullarında ilk hücrenin nasıl olup da tesadüfen oluşabildiğine açıklama getiremeyen evrimcilerin sığındıkları yerlerden biridir. Ancak, dünyada ilk hücrenin nasıl oluştuğunu açıklayamayan bir teori, Mars'ta da aynı zorluklarla karşılaşacaktır. Hatta Mars'ta oluştuğu varsayılan hücrenin dünyaya gelişi sırasında karşısına çok daha fazla zorluk ve engel çıkacaktır, ki bu ilk hücrenin Mars'ta oluştuğu iddiasını daha da imkansız hale getirir.
Öte yandan böyle bir hücre oluşsa bile -ki bu imkansızdır- bunun dünyaya gelmesi de ayrı bir imkansızlıktır. Herhangi bir hücrenin bir "uzay yolculuğu" sırasında öleceğini ünlü fizik profesörü George Gamow şöyle açıklar:
Uzayda yolculuk yapan sporları bekleyen ve donarak ölmekten daha ciddi olan bir tehlikeyi unutmamak gerekir. Çok iyi bilindiği gibi Güneş'ten önemli oranda mor ötesi ışınlar yayılmaktadır. Yeryüzünü kuşatan atmosfer tabakasının çok azının geçmesine müsade ettiği bu ışınlar; uzay boşluğu içinde kendilerini koruyacak mekanizmaları bulunmayan bu mikroorganizma sporları için en büyük tehlikedir ve onları bir anda öldürebilecek güçtedir. Bu sebeple bakterilerin hayali yolculukları daha en yakın gezegene dahi ulaşmadan onların ölümüyle sonuçlanacaktır. 1966 yılında yapılan bir başka araştırma neticesi 'uzaydan gelme' hipotezinin tamamen terk edilmesine sebep olmuştur. 'Gemini-9' uzay aracının dış yüzeyine özellikle seçilmiş en dayanıklı mikroorganizmalar yerleştirildikten sonra uzaya gönderilmişti. Yapılan incelemelerde bunların tamamının yedi saat dahi geçmeden öldüğü görüldü. Halbuki bu hipoteze göre hayatı başlattığı ileri sürülen bakterilerin yolculuğunun yıllarca sürmesi gerekirdi. (Biyoloji 3, Musa Özet, Osman Arpacı, Ali Uslu, Sürat Yayınları, Ağustos 1999, s. 254)
Prof. Gamow'un sözleri son derece açıktır ve yapılan deney Mars'ta bir hücre oluşmuş olsa bile bunun Dünya'ya ulaşmasının imkansız olduğunu göstermiştir.
Bu konuda, evrimcilerin asıl göz ardı ettikleri konu ise, hücrenin yapısındaki kompleksliktir. Evrimciler ilk hücrenin oluşumu ile ilgili sanki tek sorun dünyadaki koşullarmış gibi bir izlenim oluşturmaya çalışırlar. Bunun sonucunda ise, Dünya koşulları elverişsizse, ilk hücre Mars'ta oluşmuştur iddiasında bulunurlar. Oysa, ilk hücrenin kendi kendine, rastgele koşullarda oluşumunu imkansız kılan asıl nokta, hücrenin sahip olduğu, kompleks yapı ve üstün organizasyondur.
Hücre, kompleks yapılara sahip birçok organelin biraraya gelmesinden oluşur. Örneğin, hücre zarı, belli bileşiklerin hücrenin içine alınmasını veya hücreden dışarı çıkmalarını sağlar, hücre için zararlı olan maddeleri tanır ve içeri almaz. Hücrelerin içinde tüm canlı ile ilgili bilginin saklandığı nükleik asitler (DNA ve RNA) bulunmaktadır. Bu yapılar, çok büyük bir kütüphane ile kıyaslanacak kadar bilgi içermektedirler. Ayrıca hücrede protein üreten ribozomlar bulunur. Ribozomlar protein üretimi için, her biri farklı bir göreve sahip yüzlerce protein kullanırlar. Her bir parça muhteşem bir kompleksliğe sahiptir. Bu parçaların hiçbiri tek başına var olamaz, bunlardan birinin eksikliğinde ise hücre meydana gelemez. Bu nedenle hücrenin en başından itibaren tüm organelleri ve parçaları ile birlikte var olması gerekir. Evrim teorisinin iddia ettiği gibi, küçük parçaların milyonlarca yıl içinde aşama aşama biraraya gelmesi ile oluşması imkansızdır.
Matematik ve astronomi profesörleri Prof. Fred Hoyle ve Prof. Chandra Wickramansinghe, hayatın ne Dünya'da ne de başka bir gezegende kendi kendine tesadüfler sonucunda oluşma ihtimalinin olmadığını şöyle açıklamaktadırlar:
... Hayat tesadüfi bir başlangıca sahip olamaz. Evrende var olan bütün maymunları birer daktilonun başına oturtsanız ve bu maymunlar rastgele daktilonun tuşlarına bassalar, bu maymunlardan birinin bile Shakespear'in bir çalışmasını oluşturmaları kesinlikle imkansızdır. Hatta pratikte yanlış denemelerin konması için gereken çöp kutularının yetmemesi sebebinden dolayı da bu imkansızdır. Aynısı canlı maddeler için de doğrudur. Hayatın cansız maddeden kendi kendine oluşma olasılığı için 1 sayısının yanına 40.000 sıfır koyun. İşte hayatın cansız maddeden kendi kendine oluşma olasılığı bu sayıda bir ihtimaldir… Eğer insan, sosyal inançlardan dolayı veya 'bilimin evrime inanması gerekir' şeklindeki eğitiminden dolayı ön yargılı hale gelmemişse bu basit hesap Darwin'i ve tüm teoriyi gömmek için yeteri derecede olanaksız bir sayıdır. Ne bu gezegende ne de bir başkasında, hiçbir ilkel çorba var olmamıştır ve eğer hayatın başlangıcı rastgele değilse, o zaman belli bir amaca yönelik bir aklın ürünü olmalıdır. (Sir Fred Hoyle-Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, New York: Simon and Schuster, 1984, s. 148)
Görüldüğü gibi, ilk hücrenin oluşumunu imkansız kılan tek nokta Dünya'nın ilk halindeki koşulların yetersizliği değil, hücrenin son derece kompleks bir yapıya sahip olması ve böyle bir yapının tesadüfler sonucunda oluşmasının imkansız oluşudur. Dolayısıyla, Dünya'da gerçekleşemeyen bir imkansızlığın, Mars'ta gerçekleşmesi için hiçbir neden yoktur. Dünya üzerinde, elimizdeki harfleri rastgele yere atınca nasıl anlamlı bir cümle elde etme ihtimalimiz yok ise, Mars için de aynı imkansızlık söz konusudur. Hiç kimse 'Mars'ta atarsak anlamlı bir cümle oluşur' diyemez.
Nobel Ödülü sahibi Prof. Dr. Manfred Eigen "uzaydan gelen yaşam" tezinin evrim teorisinin sorunlarını çözmeyeceğini şöyle belirtmiştir.
Pratikte test edilebilen dizilim sayıları ile teoride hayal edilebilenler arasındaki farklılık öyle büyüktür ki, hayatın kökenini Dünya'dan dış uzaya kaydırarak açıklamalarda bulunma çabaları, ikileme kabul edilebilir bir açıklama getirememektedir. (Manfred Eigen, Steps Toward Life, Oxford:Oxford University Press, 1992, s. 11 )
Ayrıca, Dünya'ya uzaydan gelen bir hücre, evrim teorisinin sorunlarını çözmeyecektir. Çünkü evrim teorisi hala bir hücrenin nasıl olup da balıklara, kuşlara, çiçeklere ve insanlara dönüştüğünü açıklayamamaktadır.
Yaşamın uzaydan geldiği (panspermia) düşüncesini ilk olarak gündeme getiren kişiler arasında Fred Hoyle ve Chandra Wickramasinghe bulunmaktadır (1981). Ayrıca Francis Crick (1981) ve Leslie Orgel (1973) de panspermia düşüncesini (uzaydan yeryüzüne düşen meteorlarda bulunan amino asitler ile organik maddelerin reaksiyona girdiği ve böylece canlılığın oluştuğu iddiası) ortaya atmışlardır. Hatta bu düşünceyi daha da ileri götürüp, yaşamın uzaylı canlılar tarafından tasarlanarak Dünya'ya gönderildiğini öne sürmüşlerdir. Bu, amino asitlerin veya ilk hücrenin meteorlarla geldiğini iddia etmek kadar vahim bir iddiadır. Çünkü bu iddiada, hayatı tasarladıkları iddia edilen uzaylıların nasıl ortaya çıktıkları sorusu yine cevapsız kalacaktır.
Evrimcileri hiçbir delili olmayan ve bilim kurgu filmlerine konu olmaktan başka bir değer taşımayan bu iddialara sahip çıkmaya iten sebep, bu kişilerin hayatın kökeninin evrimsel bir yaklaşımla açıklanmasının olanaksız olduğunu görmeleri, ancak her koşulda materyalist bir açıklama arayışı içinde olmalarıdır. Bu bilim adamları, Allah'ın varlığını kabul etmemek için, ellerinde hiçbir delil olmamasına rağmen uzaylıların varlığına dahi inanabilecek -ve bu "uzaylıların" nasıl var olduğu sorusunun da kendilerini yine yaratılış gerçeği ile yüzyüze bırakacağını göremeyecek- kadar mantık çöküntüsü yaşamaktadırlar.
Mars, iddia ettikleri ilkel dünya koşullarında ilk hücrenin nasıl olup da tesadüfen oluşabildiğine açıklama getiremeyen evrimcilerin sığındıkları yerlerden biridir. Ancak, dünyada ilk hücrenin nasıl oluştuğunu açıklayamayan bir teori, Mars'ta da aynı zorluklarla karşılaşacaktır. Hatta Mars'ta oluştuğu varsayılan hücrenin dünyaya gelişi sırasında karşısına çok daha fazla zorluk ve engel çıkacaktır, ki bu ilk hücrenin Mars'ta oluştuğu iddiasını daha da imkansız hale getirir.
Öte yandan böyle bir hücre oluşsa bile -ki bu imkansızdır- bunun dünyaya gelmesi de ayrı bir imkansızlıktır. Herhangi bir hücrenin bir "uzay yolculuğu" sırasında öleceğini ünlü fizik profesörü George Gamow şöyle açıklar:
Uzayda yolculuk yapan sporları bekleyen ve donarak ölmekten daha ciddi olan bir tehlikeyi unutmamak gerekir. Çok iyi bilindiği gibi Güneş'ten önemli oranda mor ötesi ışınlar yayılmaktadır. Yeryüzünü kuşatan atmosfer tabakasının çok azının geçmesine müsade ettiği bu ışınlar; uzay boşluğu içinde kendilerini koruyacak mekanizmaları bulunmayan bu mikroorganizma sporları için en büyük tehlikedir ve onları bir anda öldürebilecek güçtedir. Bu sebeple bakterilerin hayali yolculukları daha en yakın gezegene dahi ulaşmadan onların ölümüyle sonuçlanacaktır. 1966 yılında yapılan bir başka araştırma neticesi 'uzaydan gelme' hipotezinin tamamen terk edilmesine sebep olmuştur. 'Gemini-9' uzay aracının dış yüzeyine özellikle seçilmiş en dayanıklı mikroorganizmalar yerleştirildikten sonra uzaya gönderilmişti. Yapılan incelemelerde bunların tamamının yedi saat dahi geçmeden öldüğü görüldü. Halbuki bu hipoteze göre hayatı başlattığı ileri sürülen bakterilerin yolculuğunun yıllarca sürmesi gerekirdi. (Biyoloji 3, Musa Özet, Osman Arpacı, Ali Uslu, Sürat Yayınları, Ağustos 1999, s. 254)
Prof. Gamow'un sözleri son derece açıktır ve yapılan deney Mars'ta bir hücre oluşmuş olsa bile bunun Dünya'ya ulaşmasının imkansız olduğunu göstermiştir.
Bu konuda, evrimcilerin asıl göz ardı ettikleri konu ise, hücrenin yapısındaki kompleksliktir. Evrimciler ilk hücrenin oluşumu ile ilgili sanki tek sorun dünyadaki koşullarmış gibi bir izlenim oluşturmaya çalışırlar. Bunun sonucunda ise, Dünya koşulları elverişsizse, ilk hücre Mars'ta oluşmuştur iddiasında bulunurlar. Oysa, ilk hücrenin kendi kendine, rastgele koşullarda oluşumunu imkansız kılan asıl nokta, hücrenin sahip olduğu, kompleks yapı ve üstün organizasyondur.
Hücre, kompleks yapılara sahip birçok organelin biraraya gelmesinden oluşur. Örneğin, hücre zarı, belli bileşiklerin hücrenin içine alınmasını veya hücreden dışarı çıkmalarını sağlar, hücre için zararlı olan maddeleri tanır ve içeri almaz. Hücrelerin içinde tüm canlı ile ilgili bilginin saklandığı nükleik asitler (DNA ve RNA) bulunmaktadır. Bu yapılar, çok büyük bir kütüphane ile kıyaslanacak kadar bilgi içermektedirler. Ayrıca hücrede protein üreten ribozomlar bulunur. Ribozomlar protein üretimi için, her biri farklı bir göreve sahip yüzlerce protein kullanırlar. Her bir parça muhteşem bir kompleksliğe sahiptir. Bu parçaların hiçbiri tek başına var olamaz, bunlardan birinin eksikliğinde ise hücre meydana gelemez. Bu nedenle hücrenin en başından itibaren tüm organelleri ve parçaları ile birlikte var olması gerekir. Evrim teorisinin iddia ettiği gibi, küçük parçaların milyonlarca yıl içinde aşama aşama biraraya gelmesi ile oluşması imkansızdır.
Matematik ve astronomi profesörleri Prof. Fred Hoyle ve Prof. Chandra Wickramansinghe, hayatın ne Dünya'da ne de başka bir gezegende kendi kendine tesadüfler sonucunda oluşma ihtimalinin olmadığını şöyle açıklamaktadırlar:
... Hayat tesadüfi bir başlangıca sahip olamaz. Evrende var olan bütün maymunları birer daktilonun başına oturtsanız ve bu maymunlar rastgele daktilonun tuşlarına bassalar, bu maymunlardan birinin bile Shakespear'in bir çalışmasını oluşturmaları kesinlikle imkansızdır. Hatta pratikte yanlış denemelerin konması için gereken çöp kutularının yetmemesi sebebinden dolayı da bu imkansızdır. Aynısı canlı maddeler için de doğrudur. Hayatın cansız maddeden kendi kendine oluşma olasılığı için 1 sayısının yanına 40.000 sıfır koyun. İşte hayatın cansız maddeden kendi kendine oluşma olasılığı bu sayıda bir ihtimaldir… Eğer insan, sosyal inançlardan dolayı veya 'bilimin evrime inanması gerekir' şeklindeki eğitiminden dolayı ön yargılı hale gelmemişse bu basit hesap Darwin'i ve tüm teoriyi gömmek için yeteri derecede olanaksız bir sayıdır. Ne bu gezegende ne de bir başkasında, hiçbir ilkel çorba var olmamıştır ve eğer hayatın başlangıcı rastgele değilse, o zaman belli bir amaca yönelik bir aklın ürünü olmalıdır. (Sir Fred Hoyle-Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, New York: Simon and Schuster, 1984, s. 148)
Görüldüğü gibi, ilk hücrenin oluşumunu imkansız kılan tek nokta Dünya'nın ilk halindeki koşulların yetersizliği değil, hücrenin son derece kompleks bir yapıya sahip olması ve böyle bir yapının tesadüfler sonucunda oluşmasının imkansız oluşudur. Dolayısıyla, Dünya'da gerçekleşemeyen bir imkansızlığın, Mars'ta gerçekleşmesi için hiçbir neden yoktur. Dünya üzerinde, elimizdeki harfleri rastgele yere atınca nasıl anlamlı bir cümle elde etme ihtimalimiz yok ise, Mars için de aynı imkansızlık söz konusudur. Hiç kimse 'Mars'ta atarsak anlamlı bir cümle oluşur' diyemez.
Nobel Ödülü sahibi Prof. Dr. Manfred Eigen "uzaydan gelen yaşam" tezinin evrim teorisinin sorunlarını çözmeyeceğini şöyle belirtmiştir.
Pratikte test edilebilen dizilim sayıları ile teoride hayal edilebilenler arasındaki farklılık öyle büyüktür ki, hayatın kökenini Dünya'dan dış uzaya kaydırarak açıklamalarda bulunma çabaları, ikileme kabul edilebilir bir açıklama getirememektedir. (Manfred Eigen, Steps Toward Life, Oxford:Oxford University Press, 1992, s. 11 )
Ayrıca, Dünya'ya uzaydan gelen bir hücre, evrim teorisinin sorunlarını çözmeyecektir. Çünkü evrim teorisi hala bir hücrenin nasıl olup da balıklara, kuşlara, çiçeklere ve insanlara dönüştüğünü açıklayamamaktadır.
Yaşamın uzaydan geldiği (panspermia) düşüncesini ilk olarak gündeme getiren kişiler arasında Fred Hoyle ve Chandra Wickramasinghe bulunmaktadır (1981). Ayrıca Francis Crick (1981) ve Leslie Orgel (1973) de panspermia düşüncesini (uzaydan yeryüzüne düşen meteorlarda bulunan amino asitler ile organik maddelerin reaksiyona girdiği ve böylece canlılığın oluştuğu iddiası) ortaya atmışlardır. Hatta bu düşünceyi daha da ileri götürüp, yaşamın uzaylı canlılar tarafından tasarlanarak Dünya'ya gönderildiğini öne sürmüşlerdir. Bu, amino asitlerin veya ilk hücrenin meteorlarla geldiğini iddia etmek kadar vahim bir iddiadır. Çünkü bu iddiada, hayatı tasarladıkları iddia edilen uzaylıların nasıl ortaya çıktıkları sorusu yine cevapsız kalacaktır.
Evrimcileri hiçbir delili olmayan ve bilim kurgu filmlerine konu olmaktan başka bir değer taşımayan bu iddialara sahip çıkmaya iten sebep, bu kişilerin hayatın kökeninin evrimsel bir yaklaşımla açıklanmasının olanaksız olduğunu görmeleri, ancak her koşulda materyalist bir açıklama arayışı içinde olmalarıdır. Bu bilim adamları, Allah'ın varlığını kabul etmemek için, ellerinde hiçbir delil olmamasına rağmen uzaylıların varlığına dahi inanabilecek -ve bu "uzaylıların" nasıl var olduğu sorusunun da kendilerini yine yaratılış gerçeği ile yüzyüze bırakacağını göremeyecek- kadar mantık çöküntüsü yaşamaktadırlar.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder